ANADOLU NOTLARI
Daha ziyade roman, hikaye ve piyesleri ile tanınan Reşat Nuri Güntekin‘in denemeciliği de aynı derecede başarılıdır. Yazar denemelerini topladığı Anadolu Notları’nda bir aydının Anadolu gezilerindeki izlenimlerini anlatmıştır. Anadolu Notları’ndaki şahıslar, Reşat Nuri Güntekin’in roman kahramanlarını, yaşadığı hadiselerden seçtiğini göstermektedir. Temiz bir üslup, alaycı, ironik bir dille yazılmış bir eserdir.
ESERDEN SEÇMELER
GURBET:
Bir tarafında üst üste binmiş viran ve simsiyah evler, bir tarafında İstanbul’un bazı eski yangın arsalarından pek farklı olmayan taş ve diken dolu bahçeler arasında tozlu bir caddede arkadaşımla yan yana yürüyorduk. Fazla şairane olmasa, can sıkıntısı renginde diyebileceğim bulanık ve dumanlı bir akşamdı. İhtiyar şair, biraz evvel yanımızdan geçen bir bisikletli çocuğa bakıp durarak:
‘Ne… nedir değilse eğer…
‘Hayatı birkaç adım fazla koşturup yormak.’
diye Fikret’in iki me’yus mısraını okumuştu. Bu mısralar o vakit bana, bu şiirsiz küçük kasabada -şiir mısraları arasında görülmüş, başka bir talih hayali içinde ziyan olmuş- bir hayatın elem ve ifadesi gibi görünmüştü. Hâlbuki aynı insan, Simav’da, başka hiçbir şey istemeden doğup ölmenin, en büyük bir saadet olduğunu, bana doğruluğundan şüphe edile-miyecek bir samimiyetle temin ediyordu. Bu ihtiyar şair, yeni bir şey öğretmiş oldu.
***
Anadolu, her yabancıya az çok bir garipseme duygusu verir. İnsanı ıssız bir dağ başında yakalayan bir geceyle, en mamur; fakat yabancı bir eğlence şehrinde yakalayan gece arasında bilmem pek büyük bir fark var mıdır? Çünkü netice itibariyle ikisinde de derece farkıyle aynı gurbet kurdunun için için kalbimizi kemirdiğini duyarız. Bu kurt bazı ağaç kurtları gibi, vücudumuzun yapısında doğmuş ve büyümüş bir tufeylidir. Herhangi bir kasabasında yaşayan İstanbullu memurun onun karanlık renklerle tasvir etmesi ve hayatsızlıktan şikâyet etmesi herhalde bundan ileri geliyor. Ağrılarının, içinde yattığı yataktan geldiğini vehmeden hasta gibi, bizde sırf kendi yüreğimizde getirdiğimiz ağrının mesuliyetini galiba haksız olarak Anadolu’ya yükletiyoruz. Erkenden kapılarını kapamış, mütevazı basma perdelerinin arkasında lambalarını yakmış evlere, sokaktan baktığımız zaman onları bir can sıkıntısı ve asteni yuvası gibi görüyoruz. Çaresini sokaklara dizilecek fenerlerde, dökülecek insanlarda aramaya yelteniyoruz. Hasretini çektiğimiz uzaktaki evimizin de bu saatte bir yabancıya aynı manzarayı göstereceğini aklımızdan geçiremiyoruz. Bütün manası ile düşündüğümüz hayat, acaba kaç binde kaçımız için mukadderdir. Hepimizin saadeti aşağı yukarı alıştığımız dekorun motiflerinden yapılmış değil midir? Böyle olduğu hâlde alışkanlık dediğimiz kudretin, bu çarpık çurpuk viran evlerde de aynı mucizeyi yapmış bu dekoru -ihtiyar şairimin Simav’a verdiği renklerle- boyamış olmasını, bir türlü aklımıza aldıramıyoruz.
AYNALAR
İzmir’in meşhur askeri otelinin yerinde şimdi mükellef bir palas var. Onun altında, eski askeri kıraathanesinin yerindeki gazinoda kendi kendime gazete okuyorum.
Gözüm, ara sıra, pencerenin önünde nargile içerek sokağı seyreden şişman bir zata ilişiyor ve nedense bir türlü ayrılmıyor. Bu zatın çıplak başının etrafında heykellerde gördüğümüz defne kuronlar hâlinde bir kır saç halesi. Kır kaşları var, gözler biraz fırlamış bir guvatr uftalmit. Çene altında bir yumru başlangıcı… Netice itibariyle fazla bir hususiyeti olmayan bir yüz… Fakat bilmem niçin ara sıra gözüm iliştikçe bakıyor ve dalıyorum.
Bir aralık sokaktan geçen biri ile konuşunca derhâl buluyorum: O, benim, çocuklukta Değirmen Dağı’nda tanıdığım bir çocuğun yüzüdür. O vakit vücudu ipincecikti. Şimdi başının etrafında bir defneden kuron kadar kalan saçları, kumral, sık ve kıvırcıktı. Ramazan geceleri, Tilkilik’te Karagöz’de tanıdığım bir akrabamı, Kemeraltı’nda gördüm. O, o zaman vara yoğa gülen tombalak bir çocuktu. Şimdi üstünden geçen otuz senede, hayat onu kâh bir oklava hamuru gibi yassıltmış, kâh hadde olup geçirmiş, hafifçe kamburlaşmış yüzü ile hiçbir berber usturasının giremeyeceği kadar çökük yanaklı, mahzun bir adam yapmıştır. Mendil almak isterken, küçük bir dükkânda Frer mektebindeki bir Musevi arkadaşımla karşılaştım. O da öyle… Sonbahar yaprakları gibi sararmış, kızarmış, renkten renge girmiş… İşinin iyi gitmediği belli. Muvaf-fakiyetsizliğin verdiği hilelerle, birkaç mendil üzerinde benî aldatmaya çalışıyordu. Bu çocuk o zaman en çalışkanımızda edebiyat meraklısı idi. Esther, Atali okur, sahnede oynar, ideallerden konuşurdu. Şimdi beni aldatmaya çalışıyordu.
Bir an kendimi hatırlamayı düşündüm. Fakat hatıralar gariptir: En umulmazları yaşar, en kuvvetli görünenleri olduğu gibi silinip gider. Çok kere müşterek hatıraları konuşmak için oturanlar, birinin hatırladığı ve hâlâ heyecanını duyduğu şeyi, ötekinin tamamiyle kaybettiğini, yalnız hatır için evet demesine rağmen hiçbir şey hatırlayamadığını görerek hayal kırıklığına uğrarlar.
Ben de doğrusu bundan korktum. İsmimi anlamayarak tekrar ettirmesinden, neredeydi diye sorup hatırlamamasından ürktüm. Sonra, beni mendiller üzerinde aldattığı için u-tanmasını da hesaba kattım.
Hulasa ayrıldık…