Özellikle de Çankaya isimli eserinde Falih Rıfkı Atay, ******’ün hayatını ve inkılapları çok güzel bir Türkçeyle anlatmıştır. Bu eser sayesinde hem ******’ün hayatı ve inkılapları gün yüzüne çıkarılmış, hem de yakın dönem Türk siyasi hayatına ışık tutulmuştur. Eseri önemli kılan unsurlardan birisi de Atatürk’ü çok yakından tanıyan biri tarafından kaleme alınmış -olmasıdır. Diğer taraftan kullanılan dilin akıcılığı ve yazarın döneme ait bütün gerçekleri samimi bir şekilde anlatması da eserin kıymetini artıran özelliklerdendir. Yazar, ******’ü yakından tanıdığı için ****** hakkındaki başka yerde bulamayacağımız özel ve kıymetli bilgiler eserde bulunabilmektedir.
Eser üç ana bölümde ele alınabilir. Birinci bölüm Atatürk’ün doğumu ve tarih sanhnesine çıkana kadarki dönemi içine alır: 1881-1908 bölümünde ******’ün çocukluk ve gençliği: 1908-1914 bölümünde Meşrutiyet; 1914-1918 bölümünde 1. Dünya Savaşı anlatılır. İkinci bölümde ise Osmanlı Devletinin yok oluşu ve Türkiye Cumhuriyeti’nîn doğuşu anlatılır: Çökme, Liderliğe Doğru, Gerilla Devri, Ordu Devri, Yeni Devir, Kemalizm gibi bölümler yer alır. Son Bölümde İse ******’ün değişik konulardaki görüşleri ve karakteri çözümlenmeye çalışılır.
Çankaya’dan Bazı Bölümler:
Harf İnkılabı Hakkında:
Nihayet ****** 1928 yılı haziranında Ankara’da bir komisyon kurulmasını Maarif Vekili, rahmetli Necati’den istedi. Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaretine gittiğim ******, “Hemen Ankara’ya git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz.” dedi. Komisyon alfabesini İstanbul’da ******’e ben getirdim. Uzun uzun tetkik etti. Konuştuklarından birtakımı “q” harfinde ısrar ediyordu. Hatta bir aralık ****** bu tavizde bulunmaya da karar verdi. Ertesi gün vazgeçirdîk. Bu arada bir “q” harfi tehlikesi atlattık. Biz Türkçe kelimelerde “k”nin ince seslilerle daima “ke”, kalın seslilerle “ka” okunduğunu düşünerek, “q”yu alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kâzım Paşa (Özalp) sofrada:
Ben adımı nasıl yazacağım. “Q” harfi lazım diye tutturdu. ****** de:
- Bir harften ne çıkar, kabul edelim, dedi.
Böylece Arap kelimesini Türkçeleştirmekten alıkoymuş olacaktık. Sofrada ses çıkarmadım. Ertesi günü yanına gittiğimde meseleyi yeniden Ata’ya açtım. ****** el yazısı majüsküllerini (büyük harf) bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı Kemal’in baş harfini “q”nun büyütülmüşü ile, sonra da “k”nın büyütülmüşüyle yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden “q” harfinden kurtulduk. Bereket A-tatürk, “q”nun majüskülünü “Q” bilmiyordu. Çünkü “Q”, “k”nın büyütülmüşünden “K” daha gösterişli idi.”
******’ün Şeref Hakkındaki Görüşleri
******, şahsi şerefinin olduğu kadar, Türk şerefinin ihtiraslı düşkünü îdi. Kibirli değildi. Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım. Fakat gururlu idi.
Bu gurur, Türk şerefini yabancılar karşısında korumak bahis konusu olduğu zaman eskiden “ecnebi girizlik” dediğimiz ‘xenophobi’ derecesine varırdı. Garbci idi. Ama; Tanzimatçılar gibi “mukadder” bir Batılı üstünlüğünü kabul etmezdi. Aşağılık duygusu altında ezilmezdi.
Onun Türk tarihi ile uğraşması, bilakis, aydınları ve halkı bu aşağılık duygusundan kurtarmak için olmuştur.
Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden arkadaşlarına:
- Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız, derdi.
Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eşitliği üzerinde titiz davranırdı.
Şu hîkayeyi anlatmıştım: Rahmetli Fevzi Çakmak Yugoslavya manevralanna gitmişti. Fransız Genel Kurmay Başkanı Gamlin de davetliler arsında idi. Yemekte sıra meselesi çıkınca Mareşal olduğu için Fevzi Çakmak’ın general olan Gam-lin’den önce oturması lazım geliyordu. Gamlin razı olmadı:
- O mareşal ise de ben Fransız ordusunun Genel Kurmay Başkanı’yım, demişti.
Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse gelmeyeceğini söylemesi üzerine güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziyafet tertiplemişlerdi.
Fevzi Çakmak dönüşte vak’ayı ******’e anlattı. ****** dedi ki:
- Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani’yi işgal edeceği zaman Hitler kıt’a komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederse geri dönmeleri emrini vermişti. Fransa hükümeti Gam-lin’e mukavemet etmesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik istedi. İç politika durumu umumi seferberliğe elverişli olmadığı için Fransa olup bittiye boyun eğmek zorunda kaldı. Gamlin biraz cesaret gösterseydi, Fransa Renani’yi kaybetmezdi. Sanat ve mesleğinde ve asıl vazifesinde bu kadar zaaf gösteren bu adam, sofra sırası meselesinde bakınız ne yapmış! Dikkat ediniz, bu adam Fransa’nın başına bir felaket getirecektir.
Nitekim Gamlin Hitler ordularının bir iki hafta içinde yı-kıverdiği Fransız ordularının başında bulunuyordu.
İnönü İtalya’ya resmi bir seyahat yapacağı vakit ******:
-Sen Türkiye’nin başvekilisin. Mussolini de resmen İtalya’nın başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız, demişti.
Yolda idik. İlk verilen programda Mussolini istasyona gelmiyordu. İnönü Roma’da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapılacaktı. Türk heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcularına haber verdi. Trende bir telaştır, gitti.
Roma’ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaket atayı ve başında silindir şapkası İle Türkiye Başvekilini bekliyordu.
******’ün Merakı
****** giyime, ev ve eşya düzen ve temizliğine pek meraklı idi. Askerler arasında sivil kıyafete iyi alışanların başında geldiğini sanıyorum. Evi de hiçbir zaman “bekâr kokmamıştır.”
Arkadaşlarının, hatta uzaktan tanıdıklarının yeni yaptırdıkları evleri gezer, banyo ve sıhhi tesislere bilhassa dikkat e-derdi. Bir dostuna misafir gittiği zaman da eğer nazı geçerse tenkitlerini esirgemezdi. Duvara asılı şeylerde en küçük eğriliği görür, kalkıp düzeltirdi.
İstasyonda binalarına bile gittiği zaman: - Banyosu nerede, diye soruşları, her gün yıkanma âdetini en mütevazi Türk yuvalarına kadar sokmak içindi. Banyo, evlerimizde ****** devrinden sonra “harcıâlem” olmuştur. Kendisi harpte ve siper hayatında bile evinde olduğu gibiydi.
Misafir gittiği evlerde ev sahibi ile konuşarak eşyanın yerlerini değiştirdiği olurdu. Yemek odası dar ve sıkıntılı bir odada ise ve yemeğe kalacaksa sofrayı salona taşımaktan üşenmezdi. ******’ün misafirlikleri tesadüfi olmakla beraber ev sahiplerini rahatsız etmezdi. Kendi mutfağı, çok defa gittiği evlere yardım ederdi.
Bir gün şimdiki ****** Bulvarı’nda taşralı bir zenginin yaptırdığı bir buçuk katlı büyük köşkü geziyorduk. Tesadüf ev sahibini de orada bulmuştuk. Adamcağız bir gün ******’ün kendisine de uğrayacağına ihtimal vermediği için mimarı hem yapının, hem de döşemenin hoşa gider olmasında serbest bırakmış, hiçbir fedakârlığı esirgememişti. Salonu, yemek odasını, yatak odalarını dolaştık, Sonra aşağı indik. Bir odada muşamba örtülü kötü bir masa, aynı kötülükte bir iki dolap, duvar kenarlarında da yer minderleri vardı. Ev sahibi büyük bir saflıkla:
- Paşam efendim, biz çoluk çocuk burada yemek yer, otururuz, diyordu.
Fakat ne de olsa Cumhuriyet okullarında yetişen çocuğunun şimdi üst kata çıkmış olduğuna şüphe eder misiniz?