Zeytindağı 1915-1918
Eser, 100 Temel Eser arasına girecek kadar başarılı bulunmuş bir eserdir. Zeytindağı, adını Kudüs’e yakın bir dağdan almaktadır. Falih Rıfkı Atay, Osmanlı İmparatorluğunun son günlerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk zamanlarına kadar olan bir zaman dilimini ele almıştır..
Zeytindağı Özeti:
Cemal Paşanın ismini, herkesin adı gibi söyleyerek ve işiterek İstanbul’dan çıkmıştım. Adana’da ses temposu hafifledi ve isim ikileşti: Büyük Cemal Paşa, Küçük Cemal Paşa.
Küçüğü tümen kumandanı idi.
Halep’i geçtikten sonra “Paşa”nın (p) si düştü, (b) oldu ve:
- Ahmet Bey, der gibi serbestçe ağızdan düşüveren “Cemal Paşa” kelimesi bir çeşit imtiyaz, insanın ona yakınlığını gösteren, insanı esrarlaştıran biri oldu.
Dördüncü Ordu karargâhına gidiş, hele Şam’dan sonra, artık bir mabede çıkılıyor gibi, baş döndürür: Bir terör havası vardır. Ses daha peştir ve Cemal ismi, Tevrat’tan, İncil’den a-lınma mukaddes bir ada benzer.
Sirkeci’deki Harbiye Mektebi’nin havuz başındaki biraz gururlu ise de, yine sade ve sevimli olan Cemal Paşa’nın içime alıştırdığım hayali sönerek, onun yerine, artık yeniden tanıyacağım, çizgileri kırışık, başka bir adam geldi.
Karargâh Kudüs’te, Zeytindağı’nın tepesindeki Alman misafirhanesinde idi. Şehre vardığım zaman iki gümüş çeyrekten başka param yoktu. Hemen karargâha yerleşmezsem, ne geri dönebilir, ne de otelde kalabilirdim.
Arabacıya.
- Cemal Paşa’nın karargâhına, emrini verdim. Arabacı gözünü açtı:
- Ne Cemal Bâşâ? . Zeytindağı’m göstererek anlattım. Adamcağız:
- Tafaddal, derken, atlarının bile tutum değiştirdiğini sanıyordum.
Tertemiz, ezici ve büyük bir Alman yapısı! Herkes, subay veya nefer, ayağının ucuna basıyor ve ara sıra, geniş koridordan, yatak odalarına ve sofraya bakan şivesteler geçiyor.
Yaverin yanına çıktım. Odasında sanklı sarıksız, kırkından yetmişine kadar, eşraf kılıklı epey bir kalabalık vardı. Yaver, subay namzedi esvabıma bakarak:
- Kimsiniz, ne istiyorsunuz, diye sordu.
- Kumandan Paşa Hazretlerinin, Başkumandanlıktan istediği Falih Rıfkı’yım.
İçeri girdi: “Buyurunuz!” dedi.
Ne olacaktım, nereye gidecektim, Cemal Paşa’yı nasıl bulacaktım, anlaşılmaz bir sıkıntı içindeydim.
Büyük bir oda. Solda Şeria Nehri ve Lut Gölü, sağda Kudüs şehri, önde Moskofiye denilen Rus yapı ve bahçeleri vardı. Cemal Paşa, Şeria’ya bakan pencere iie Moskofiye’ye bakan pencerenin üçgeni arasında, arkası bize dönük, kâğıt imzalamakla meşgul. Yalnız sakallı sert profilinin bir parçasını görebiliyoruz. Benden başka, koltuğu defterli üç subay daha var. Bir aralık başını çevirdi, gözü benim üstümden sıyrılarak ikinci subaya gitti, ekşi bir sesle:
- Yaver beye söyleyiniz Nablus eşrafını çağırsın dedi.
Kalabalığın kapıdan girişi garip bir hâldi. Hayat ve ölüm kararını bir kelime ile verebilir bir adamın kapısı eşiğinde, her biri bir müddet duruyor ve içerideki odada başladığı duasını bitirip yüzünü sıvadıktan sonra giriyordu. Duasını henüz bitirmeyen, kendini arkasından iten arkadaşına dayatıyordu.
Yirmi kişi kadar, Kudüs şehri tarafındaki pencerelerin ö-nüne sıralandılar. Kumandan dönüp bakmadı bile… İmza defterlerinin her yaprağı üstünde duruyor, çiziyor, yazıyor, ara sıra ağzından:
-Bu nedir?
- Böyle cevap istemem.
Bunu Erkan-ı Harbiye Reisine götürünüz gibi kısa sual ve emirler dökülüyordu.
Zaman geçtikçe Nablusluların yüzlerinin daha sarardığını seziyordu. Cemal Paşanın her yeni sesi çıktıkça, hepsinin sarığından, sakalından ve cübbesinden bir sarsıntı geçiyordu.
Poz bilmem ne kadar sürdü? Kumandan defteri kapadı, koltuğunun iki yanından tutarak Nablus safına doğru döndü. Bir buyrultu üslubu ile söze başladı:
- Devlet-i metbuanıza karşı irtikap etmiş olduğunuz cinayetlerin ne kadar vahim olduğunu biliyor musunuz?
Kimi ellerini, kimi boynunu oynatarak safın arasından: -Estağfurullah…
- Estaizübillâh, gibi bir takım kelimeler duyuldu. Kumandan bir bakışta bu mırıltıyı keserek:
- Susunuz, diye bağırdı ve devam etti:
- Bu cinayetlerin cezasının ne olduğunu bilir misiniz?
Nablusluların rengi, asılmış adamların rengine döndü, dudakları kısıldı.
- İdamdır, idam, dedi; fakat Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin ulüvv-ü merhametine dua ediniz. Şimdilik sizleri ve ailelerinizi Anadolu’ya nefyetmekle iktifa ediyorum.
Hepsi, secdeye kapanır gibi, ellerini kaldırıp duaya, ham-de ve şükre başladılar. Köklerinden sökülmek kararına karşı, Nablus eşrafının minnet ve şükranlarına sınır yoktu.
- Gidebilirsiniz, dedi.
Üst üste yığılarak, hayata çıkar gibi dışarı uğradılar. Rol bitmişti. Cemal Paşa subayları savarak, eski gülüşü, muhafız ve nazır gülüşü ile bana döndü:
- Ne yaparsın, dedi, burada böyle söküyor! Sonra İstanbul haberleri sordu.
Kasımpaşa-1918
Talat Paşa ile birlikte Berlin’den İstanbul’a dönen Ayan azasından Abdurrahman Paşa, Perapalas otelinin alt kat salonunda bana şu fıkrayı anlatmıştı:
- Talat Paşa, Sofya istasyonunda trenden indi; Bulgar nazırlarıyla görüştü, tekrar vagona girdiği zaman derin derin içini çekerek :
- Keşke bugün ölmüş bulunsaydım, dedi.
Sadrazamın Sofya istasyonunda aldığı haber, Bulgar bozgunu idi.
Harb kabinesi çekilmek üzeredir. Bahriye’deki kâğıtlarımı topluyorum. Bütün gençler gibi, askerlikten sonra ne yapacağımı ben de bilmiyorum.
Karargâha yirmi yaşında gitmiştim; şimdi yirmi dört yaşındayım. Ümit, hayal ve iyimserlikten yoğrulan bu altın çağ, bir dede başı kadar yıpranmış, çileden geçmiş ve ağırlaşmış, onu omuzlarımın üstünde güç tutuyordum
Kulaktan kulağa bir fısıltı: “Bahriye’ye Rauf Bey geliyor!” dostu, yabancısı, bahriyelilerin birçoğunda onu karşılamak ve ona iyi görünmek hazırlığı var. Ben Heybeliada Çarkçı Mektebi’nin Türkçe hocalığını isteyip alıyorum.
Tam ayrılacağım gün, öğleye doğru, Kasımpaşa üstünden nazır otomobilinin sert düdüğü öttü; herkes: ” Geliyor!” diye telaşlanarak aşağı koştu. Mızıka selam havası çalmak i-çin büyük kapı önünde sıralandı, marşın kilk sesleri arasında otomobil durdu ve içinden Cemal Paşa indi.
Karşılayıcılar onun kadar sarardılar. Mızıka bozuk düzen kesildi. Bu levhayı yukarı pencereden seyrediyordum.
Cemal Paşa’nın arkasından ben de odasına girdim. Koltuğuna oturdu. Halic’in bulanık sularına daldı. Bazı omuzları içine çökmüş gibi idi.
Şeria ve Moskofiye’ye bakan pencere üçgeninin arasındaki 1915 profilini hatırladım.
“Her şey bitti mi Paşam?” diye sordum. Gözlerinden kırları artan sakalına bir iki damla yaş düştü.
Biraz sonra kendine gelir gibi oldu. O günkü gazeteleri gözden geçirdi. Henüz sert hücumlar yoktu. Fakat atılgan gençlerden biri Nüzhet Sabit, ilk tecavüz broşürünü çıkarmıştı. Bahriye Nazırı telefonla Polis Müdürünü bularak:
-Neden neşriyata dikkat etmiyorsunuz? Bu muharriri tevkif etmelisiniz… diyordu.
Kim kimi, kimin için ve niçin tutacaktı?
En sağlam sütunlar üstünde durduğu sanılan devir, ©ir karton kale gibi yıkılmıştı.
Çoğu taksi otomobilleriyle Babıâli’ye gelen yeni kabineyi, devlet otomobilleri içinde tebrik etmeye giden harb kabinesini uyandırmak için konak ve yaylılarının garajlarına adam gönderip arabalarını geri almak lazım geldi. Cemal Flaşa yaverine:
- Rauf Bey’e söyleyiniz. Otomobilim bana hediyedir ve kendi malımdır, diyordu.
Yeni Bahriye Nazırı beni çağırmış:
- Cemal Paşa’nın Türk Ocakları’na yolladığı 15 bin lirayı Halide Hanım geri getirmezse, hepinizi gazetelere vereceğim, diyordu.
Aynı gün Büyükada Yat Kuİübü’nün iskelesine yanaşan devlet çatanasından eski bir nazırın çıktığını gören bahçe halkı hayret içinde kaldı. Fakat üç gün sonra Cemal Paşa, Aİi Kemal’in iftirasına yalnız “Evet!” veya “Hayır!” diye cevap vermek için hiçbir gazetede üç satırlık yer bulmaya muvaffak olamadı. Herkes kendi öz başının kaygısında idi. Eski kumandanımı son olarak Boyacı köyündeki yalısında gördüm: - Param olmadığını bilirsin,dedi. Enver Paşa kendi elindeki kırk bin altından birkısmını Talat’la bana verdi. Bunun birazını (isimlerini sayarak) üç muharrire vermek istiyorum. Hiç olmazsa onlar beni müdafaa ederler.
Cemal Paşa bir iki gün sonra arkadaşlarıyla Karadeniz’e gitti. Bu haberi önce, bütün harb yılları Cemal Paşa’dan yardım gören üç yazardan birinin gazetesinde ve en ağır hücumlarla karışık olarak okudum: Ferre, yefürrü,firârâ!